bugün
yenile
    1. 9
      +
      -entiri.verilen_downvote
      yıllar evvel çok sevdiğim askerlik arkadaşım için şu cümleleri yazmıştım. *** "bi' sigaran var mı?" cümlesiyle başlayan bir arkadaşlık.. aslında, sadece bir sigaradan ibaret değil bu durum.. askerliğin daha ilk gününde kişi arkadaş olabileceği kişiyi ayıklar yüzlerce kişi arasından.. ben de işte bu insanı ayıkladım hepsinin arasından.. her ne kadar ben kısa dönem askerlik yapıp, o uzun dönem askerlik yapsa da.. her ne kadar ben üniversite mezunu, o ise ortaokul terk olsa da.. denk geldi hayatlarımız.. kendisine bir dal sigara vermeyip de paketi uzattığımda nasıl gülümsediği hala aklımda.. ve sol eliyle bir dal sigarayı çekişi.. çektiği sigarayı sol elimdeki çakmakla yakmak istememe karşın yağmurun buna izin vermeyişi.. tabur binasının arka kapısından az bir şey içeri girip de bölük komutanından küfür yemeyi göze alarak orada sohbet etmeye başlayışımız.. diğer tanışma fasıllarının aksine ne birbirimize isimlerimizi sorduk ne de nereli olduğumuzu.. sol ellerimizdeki sigaralardan nefesler çektik.. birbirimizin içe göçük gözlerine baka baka.. aslında hiç konuşmadık o saatte.. sadece bekledik karanlıkta.. yağmurda.. bir şekilde askerliğin ve ordunun işleyişi hakkında içimizdeki her şeyi bulanık sudan oluşan zemine kustuk.. sonrasında ise gülümsedik.. o kadar kalabalık içerisinden birbirimizi ayıkladığımız için.. gülümsemek ve sevinmek.. bunlar o kadar insani ki.. bazen, aşktan üstün duygular vardır.. bazen seksten daha keyif veren anlar vardır.. bazen ama.. hissedip hissedilmemesi salisenin binde birlik zaman dilimine sığan anlar.. rıdvan'la benim sığdırdığımız gibi.. aynı karakola düşüp de bir kereliğine dahi beraber, aynı nöbet sektörüne gönderilmememiz gibi.. gönderildiğimiz taktirde oradaki dört saatlik sohbet sonrası kendi karakolumuzu basıp da silah arkadaşlarımızı yok etmemezi birilerinin risk etmemesi gibi.. nöbetimizin bittiği gecelerde yasak olmasına karşın kazan dairesinde sigara içip de şafak muhabbeti yapmamız gibi.. hem gazino hem de yemekhane olarak kullanılan küçücük yerde kendimize ait masamızın olması gibi.. en arkaya geçip de devrecilik yapan, güçsüzleri ezmeye çalışan herkese kafa tutmamız gibi.. ikimiz de solağız.. ikimiz de güzel top oynayıp güzel yaşıyoruz hayatı.. ve en önemlisi güzel algılıyoruz.. karakolun içerisinde birbirimizi görmediğimiz her an deli gibi arıyoruz.. ve göz göze geldiğimiz her an gülümsüyoruz.. konuşacağimiz hiçbir şey bitmiyor.. paylaşacağımız güzellikler bitmiyor.. birbirimizin dolapları birbirimiz için ortak kullanım alanı.. ben onun kamuflajına ve kepine şafaklar atıyorum.. o ise benimkine.. kahkahalarla gülüyoruz gecenin bir yarısı.. o aşçı oluyor ilerleyen zamanlarda.. ben ise gazinocu.. sürekli birlikteyiz.. ve benim günlerim azalmaya başlıyor.. işimiz bittiği gecelerde karakolun ön tarafındaki demir tabuereye oturup uçaklara bakıp küfrediyoruz.. "bir gün" diyorum.. "bu amına koyduğumun metal yığınları beni de götürecek buralardan.." rıdvan'ın günü çok daha.. içerliyor bu cümleme.. sonra ekliyorum; "seni de götürecek.. ve sen yaşadığım şehire geleceksin.. deli gibi içip, deli gibi güleceğiz.. bu günlerden geriye kalan güzel bir dostluk olacak.." anlıyor beni.. aynı kafayı yaşıyoruz.. aynı askerliği yapıyoruz.. bu yüzden aslında yalnız değiliz hiç.. karakoldaki diğer askerler yamanmaya çalışıyorlar bize.. istemiyoruz kimseyi.. çünkü kimsenin duymaması gereken fikirlerimiz ve küfürlerimiz var.. herkese ve her şeye karşın.. orduda ise düşünmek ve küfretmek suç.. hele ki ordunun kendisine? asla.. her şey sessiz olmalı orada.. tekmiller hariç.. her şey bir düşünce kadar kusursuz olmalı.. oysa eylemler öyle mi? asla.. benim tüm karakolu barfiks ve şınav çekerek kurtarmam, rıdvan da yaptığı şahane yemeklerle alay komutanının fırça atmasına engel olması gibi.. takım komutanı olacak 23'lük muvazzaf teğmenin götünü kurtarmamız gibi.. konuşuyoruz işte.. dertleşiyoruz.. derdimiz çok.. askeriz çünkü.. irademiz dışında enselerimizden tutulup da tıkılmışız bir sınır karakoluna.. intihar etmeye bile lüzum yok.. çünkü silahlarımız tutukluk yapıyor hep.. ölmemize bile gerek yok.. çünkü zaten ölüyüz.. kimliklerimiz çok önceden alınmış elimizden.. biz ise yeniden dünyaya gelebileceğimiz günü bekliyoruz.. tabii, karşımızdaki suriye dağından orospu çocukları bir havan gönderip de hepimizi gebertmezlerse.. ya da gerizekalı bir silah arkadaşımız cuma günleri yaptığımız silah temizleme muhabbetinde bizi göğsümüzden vurup da tahtalı köye göndermezse.. içimiz acıyor hep.. yetimiz.. ne onu arayan var.. ne de beni.. sanki sivil hayatta gidecek yerimiz olmadığı için buraya gelmişiz.. zihnimiz atom reaktörü gibi ama.. hep konuşuyoruz.. şakalaşıyoruz.. anlatıyoruz.. arada bir kilitlenip kalıyoruz bir yerlere.. fazla esaretin yan etkileri bunlar.. dünyaya geldiğimiz günden beri ordu mensubuyuz sanki.. zihnimiz silikleşiyor az uyuduğumuz gecelerde.. kolay değil gece 1 buçukta uyuyup da sabahın 4 buçuğunda uyanmak.. bir gün değil.. yüzlerce gün.. böyle zamanlarda uyanır uyanmaz ekliyoruz; "bari güneş doğsaydı.. biz de yeni bir güne başladık diye sevinseydik.." doğmuyor ama güneş.. doğsa da biz göremiyoruz.. yağmur yağıyor hep.. sol ellerimizdeki sigaralar sönmüyor hiç.. biz, yanıyoruz.. sigaralarımız yanıyor.. zaman da azalıyor bu arada... sivile dair hayaller başlıyor.. şafak patlatıyoruz olur-olmadık anlarda.. uzun dönemler benden ötürü "bu poşette ne buluyorsun rıdvan?" diye soruyorlar.. o da cevap veriyor; "sizde bulamadığımı.." kısa dönemler bana soruyorlar, "ne buluyorsun o adamda?" ben de cevap veriyorum; "zekayı ve algıyı.. bu ikisi de her zaman büyülemiştir beni.." karakolun ön tarafındaki banka şafak attığım günlerden birinde alay komutanı gelip o banka oturuyor.. biz, şafak atmanın suç olduğunu bildiğimiz için gözgöze geliyoruz.. eğer ki alay komutanı bu şafağı kim attı diye sorarsa, ben attım diye öne çıkacağım diyor rıdvan.. sen bir an önce kurtul buradan.. günün az.. çık ve yaşa.. bir an için içim acıyor.. insanlara dair inancım ve güvenim bitmişken can simidim oluyor bu adam.. ben de ona tutunuyorum.. onun bana tutunduğu gibi.. bitiyor zaman.. karakoldaki son günümde helalleşiyorum herkesle.. normalde uzun dönem askerlerin ritüeli olan vedalaşma anında günü çok olan bir askerin teskereci askere uyguladığı komutanlık işini rıdvan bana uyguluyor.. esas duruşa geçip verdiği komutları aynen tekrarlıyorum.. istese 100 şınav çektirebilir.. ya da 50 barfiks.. komutanlar bile izliyor bizi.. o ara, "oku" diyor bana bu güzel insan.. "son ses.. şu firar yazını!!" "emredersiniz komutanım" deyip başlıyorum; *** zaman'ın bir erkek ismi olduğunu öğrendiğimde otuz yaşındaydım. azat'ı ise annesi hayata bağışlamıştı. ben, eğitimlerden bulduğum boşluklarda gökyüzüne bakıyordum. annemi düşlüyordum sessizce. arada bir ise babamı. her sabah tıraş olurken daha çok bakıyordum aynada gördüğüm yüze.. ya da o bana bakıyordu.. bilmiyorum.. herkesin binbir panikle gün saydığı, bu tüfek mahkumlarının cennetinde, kalbim şakaklarımda atıyordu.. hayatı iliklerimde hissediyordum.. nizamiye kapısında, çarprazda bekleyen nöbetçiler göremiyorlardı, firar eden aklımı.. ben firar ediyordum.. harf harf, kelime kelime, hece hece... ben firar ediyordum, her gece.. *** ilk defa bir yazımı ezberlediğimi hissettiğimde gözlerim doluyor.. silahımı ve valizimi askeri landın içine koyduğumda sımsıkı sarılıyorum kendisine.. elerim kavuşmuyor sırtında.. benden iri bir bedeni var.. bir de ruhu.. birbirimize sarılmışken soruyor; "bi' sigaran var mı?" kahkahalarla gülüyoruz.. paketi ona bırakıyorum.. bir de onu.. o sınır karakolunda.. bırakıp da geri geliyorum sivil hayata.. askeri land tam köşeyi dönecekken gözgöze geliyoruz ve ben sol elimi boşlukta sallıyorum.. "boşver" manasında.. şimdi, biliyorum; boşveremiyor.. 27 yıldır boşveremediği, son 37 gün boşveremeyeceği gibi..